Kudüs Kralı Godefroy de Bouillon'un, Papa'ya gönderdiği mektup:
«Eğer Kudüs 'te bulunan düşmanlara ne yapıldığını bilmek isterseniz, malúmunuz olsun ki, Mâbed-i Süleyman dehlizinde ve Temple (Mescid-i Aksa) 'da bizimkiler Arabların kanları içinde atla geziyorlardı ve kan bineklerin diz kapaklarına kadar çıkmış bulunuyordu."
(L'abbe Migne Patro-logixe, CLX III s. 450)
"Ömer'in Kudüs'ü fethettiği tarihten takriben dört yüz yıl sonra Haçlılar, mukaddes şehri Müslümanlar'ın boyunduruğundan kurtardılar. Şehri muhasara edenler, şehir yağma edilirken ilk mutasarrifin, yani bir mala ilkin el koyanın tasarrufuna riayet etmeyi aralarında kararlaştırmışlardı ve büyük câmi soyulup elde edilen ganimetler, yetmiş kandil ve birçok altın ve gümüş kâse ve emsali zuruf "Sicilyalı Prens” Tancrede'in faaliyetini mükafatlandırmağa vâsıta oldu ve semâhatini şaşaalandırdı. Allâh'ın kulları, O'na bir kanlı kurban teslim ettiler; fakat o bunu kabul etmedi. İtaat ve inkıyad bunlara silâhlarını terk ettirmedi, ahâlinin cümlesi, kadın-erkek ve yaş itibâriyle ayırt edilmeksizin öldürüldü. Teskin olunmaz bir adâvetle kaynaşıp fışkıran gayzları, üç gün kanlar içinde yüzdü; cesedlerin kokuşması vebâ hastalığına sebep oldu. Yetmiş bin müslümanı boğazladıktan ve yahudileri havralarında yaktıktan sonra, yine ellerinde haset sevkiyle yahud kitalin îras ettiği yorgunluk sebebiyle öldürülmemiş bir hayli esir kaldı.” (Edward Gibbon, II, 670)
"Bir gün adanın Hıristiyan válisi, altmış süvari ve üçyüz piyadeyle (aslında sadece bu kadar süvari bile hem bu adayı, hem de bütün kıtayı harabeye çevirmeye yeterdi) sarayın yakınına geldi. Üçyüz kadar yerli soyluyu yanına çağırdı ve kendilerine herhangi bir zarar vermeyeceğine söz vererek samandan yapılmış çok büyük bir yerli evine soktu. Sonra da evin kapısını kapatıp ateşe verdi. Evin içindeki soyluları diri diri yaktı. Alevlerden kurtulanları kılıç ve bıçak darbeleriyle öldürttü. Bu arada soylu olmayan sayısız yerliyi de kılıçtan geçirtti. Kraliçe Anacaona 'ya ise ayrıcalık tanıyarak kendisini asmasına izin verdi.
Bu vâlinin askerleri bir ara yerde oturan çocuklara saldırıp bacaklarıni kesmeye başladılar. Birkaç İspanyol, ya hakikaten acıdıkları için ya da açgözlülüklerinden köle olarak kullanmak amacıyla bu çocuklardan bazilarını yakalayıp atının terkisine attı. Ancak başka Hıristiyanlar arkadan yaklaşıp bu çocukları mızrak darbeleriyle öldürdüler. Bu Hıristiyan váli, bu insafsız katliâmdan sağ kurtulup 8 mil kadar uzaktaki adaya kaçan soylu yerlileri hayat boyu köleliğe mahkûm etti."
(Bartolomo de Las Casas, Yerlilerin Gözyaşları)
Bir zaman İngiliz devleti İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiye’den dîni altı sual soruldu. Ben de o zaman Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin azası idim. Bana dediler: “Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelime ile cevap istiyorlar.”
Ben dedim: “Altı yüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hatta bir kelime ile değil, belki bir tükrük ile cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurane, üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!..” demiştim.